İletişim artık günlük yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi.
Evde, sokakta, alışverişte, hatta maalesef araç kullanırken her an elimizde olan telefonlarımızla konuşuyoruz, mesaj atıyoruz. Yani iletişimin çeşitli yollarını kullanabiliyoruz.
Bunları yaparken zaman zaman yaşadığımız, karşı tarafın meşgul olması, nadiren o yerde baz istasyonunun hat vermemesi veya kapsama alanı dışında olmamız, internetin hızının düşmesi bizi sinirlendiriyor, birkaç dakikalık gecikmeleri sorun yapıp kızıyoruz.
Acaba eskiden ülkemizde nasıl iletişim kuruluyordu. Hangi araçlar kullanılıyordu? O günleri yaşamış bulunan ve kendisi aynı zamanda eski bir Ulaştırma ve Haberleşme Bakanlığı Müsteşarı olan Ertuğrul Önen bakalım o günleri bize nasıl anlatacak.
“Ben Sivaslıyım aklımın erdiği dönemde bizim mahallemizde telefon denen araç bilinirdi. Ancak evinde, işyerinde telefonu olan kimse yoktu. Lise yıllarına geldiğimde hali vakti yerinde olan sayıları bir elin parmağını geçmeyen çok az sayıdaki kişinin evine telefon girmişti. Bunlardan biri de PTT’de memur olarak çalışan İsmail beydi. Bu telefon kıtlığına rağmen halk zaman zaman telefonla konuşuyordu. Tabii olay oluyordu. “Oğlum beni İstanbul’dan telefonla yıldırım aramış” diye caka satılması olağandı.
Sistem şöyle işliyordu. Eğer ev veya iş yerinde telefonunuz yoksa PTT şubesine gidiyorsunuz ve konuşmak istediğiniz kişinin kimliğini ve adres bilgilerini veriyorsunuz. Ayrıca normal, acele ve yıldırım diye nitelenen konuşma türlerinden birini seçip normalden yıldırıma doğru gittikçe pahalılaşan konuşma ücretini, konuşma süresi ve mesafesi de dikkate alınarak ödeme yükümlülüğü altına giriyorsunuz.
Kayıt yaptırdıktan sonra başlıyorsunuz beklemeye. Çünkü kaydınız telefonla konuşmak istediğiniz yerdeki PTT şubesine bildiriliyor. Oradan bir görevli (posta müvezzii) eskiden yaya , sonradan bisiklet veya motorsikletle verilen adrese gidiyor. Eğer ismi verilen kişiyi bulabilirlerse ona telefon çağrısı olduğunu ve PTT şubesine gelmesi bildiriliyor.
PTT şubesine koşarak gitseniz de hemen görüşmeniz mümkün değildir. Çünkü sıra vardır. Bekleyeceksiniz. Bu arada parasına kıyarak acele, yıldırım yazdıranlar varsa onlar sonra kayıt yaptırdıkları halde öncelikli olarak önünüze geçiyorlar. Çeşitli vesilelerle bekleyenler bu bekleyiş çilesini bilirler.
Tabii niçin arandığınızı bilmediğiniz için bunun endişe ve merakı yanında sevdiğiniz, özlediğiniz bir kimsenin aylar belki yıllar sonra cızırtılar içinde mekanik de olsa sesini duyabilmek heyecanı da cabası.
Arada bir santral memuruna umutla sorarsınız: “Benim Edirne’m ne oldu” diye.
Nihayet adınızla birlikte duyduğunuz şöyle bir anonsla “Mehmet bey Edirne 3 numara” diye. Heyecanla numarası verilen kabine girip ahizeyi kaldırırsınız.
Cızırtılar, birbirine karışan konuşmalar. Santral memurlarının “Adana sen aradan çık, Edirne konuş” diyen komutları. Nihayet özlediğiniz sesin endişe ve merakla beklediğiniz söyledikleri ile ya sevinçlere boğulursunuz, bazen üzülürsünüz.
Kabinden çıktığınızda önemli bir iş yapmanın gururu ve çoğu kez sevinci ile kendinizi sokaklara atar, duyduklarınızı bir an önce diğer sevdiklerinize paylaşmak için adımlarınızı sıklaştırırsınız.
O tarihlerde PTT şubeleri tam bir “memleketimden insan manzaraları” sunardı. Bağıra çağıra konuşanlar, kulağı duymadığı, hatta ahizeyi nasıl tutacağını bilemediği için yardım isteyenler. Sıra kavgaları sıkça rastlanan olağan şeylerdi.
Nereden nereye, günümüzün genç kuşaklarına bu anlattıklarım ya hiçbir şey ifade etmeyecek, ya da bugünün iletişim imkanları düşünüldüğünde masal gibi gelecektir.”
Sayın Önen’in bu anlattıkları geçmişin iletişim gerçeğinin bir parçası idi. Kalan parçalarla geçmişi tüm yönleriyle sunmaya devam edeceğiz.