O.Ertuğrul Önen
Genelde gençlerin ve çocukların geleceğe hazırlanması için bilgi ve beceriyle donatılmasını tanımlayan eğitim, aslında yaşam boyu süren ve hatta sürdürülmesi gereken bir süreçtir.
Toplumların gelişmişlik düzeyini değişik ölçütlerle belirleyen yöntemler vardır. Kimi kişi başına geliri, kimi kişi başına düşen araç sayısını veya tüketilen enerji miktarını esas alır. Kanımca bu ölçütlerin en anlamlısı ve toplumun düzeyini belirleyemeye en uygun olanı o toplumu oluşturan bireylerin eğitim düzeyidir. Eğitimi yalnızca okullarda ve diğer eğitim kurumlarında bir disiplin içerisinde öğrenilen bilgi ve beceriler bütününden ibaret saymamak gerekir. Toplumun genel eğitim düzeyinin sosyolojik sonuçları itibariyle edinilen bilgi ve davranış modelleri de bunun bir parçasıdır. Örneğin sofra adabını okulda öğrenmezsiniz. Bu tür bilgileri edineceğiniz ortam aileniz ve içinde yaşadığınız toplumdur. Bu tür bilgiler toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişiklik gösterir. Biz mahalle kültürü ile yetiştik. Mahalle aileden daha büyük çok sayıda haneyi kapsayan kendine has kuralları olan bir topluluktu. Bugün birçok mahallenin nüfusu eskisinin kentlerinden fazladır. Bırakın mahalleyi apartman içinde bile artık kimse birbiriyle selamlaşmadığından artık o kültür tamamen ortadan kalkmıştır.
Bir toplumu diğer toplumlara göre göreceli olarak farklı konuma taşıyacak olan okullarda ve diğer eğitim kurumlarında bir disiplin içerisinde verilen bilgilerle donatılan kuşaklardır.
Ülkemizde eğitim cumhuriyetin ilk kuruluş yılları olan Büyük Atatürk’ün hayatta olduğu 15 yıl dışında maalesef hükümetlerin birincil önceliği olmamıştır. Son 20 yılda milli eğitimin bütçe içindeki payı %6-7’lerden %12-13 düzeylerine kadar çıkmışsa da ortalama %10-11 dolaylarında kalmıştır. Bu yeterli midir? Kesinlikle değildir.
Ancak, eğitimin harcama ayağında eksiğiz de seçtiğimiz yol ve yöntemlerde doğru muyuz? Ne gezer.
İşte yaşanmışlıklarla geçmişten itibaren ne durumda olduğumuzun kanıtları.
Yabancı dil olarak 6 yıl Almanca okudum. Öğrenim için yıl Almanya’ya gidiyorum. Tren Yugoslavya-Avusturya sınırını geçerek Avusturya’ya girdi. Trene Avusturyalılar binmeye başladılar. Doğal olarak yalnız seyahat eden 18 yaşında genç bir çocuk ilgilerini çekiyor. Benimle konuşmak istiyorlar. 6 yıl Almanca okumuşum ama aradan seçtiğim tek tük kelimeler dışında hiçbir şey anlamıyorum. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Kelimeler ağzımda düğümleniyor. Nasıl sıkıldığımı, moralimin nasıl bozulduğunu anlatamam.
Bonn Büyükelçiliğimizde Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak görevliyim. Yurda dönme vaktim yaklaşıyor. Kızım Alman Lisesinin 10’ncu sınıfından 11’nci sınıfa geçmişti. Ancak Alman Liseleri 12 yıl olduğu için 11’nci yılın sonunda bitirme diploması vermiyorlar. Bu da Türkiye’ye dönünce denklik sorunu yaratıyor. Büyükelçi Onur Öymen’nin telkinleriyle lise dönemi bizde olduğu gibi 11’nci yılda sonlanan British High Scholl’a vermeye karar verdim. Ancak kızımın öğrenim dili Almanca, İngilizceyi yabancı dil olarak okuyor. İngiliz okulunda bu yeterli olur mu tereddüdü içerisindeyim. İngilizce hocasıyla görüştüm. Kendinden çok emin “Verda 5 yıldır İngilizce okuyor. Bu yeterlidir.” Diye bana güvence verdi. İngiliz okulunda kısa mülakatta da olumlu sonuç alan kızım son sınıfı burada okudu ve hiç sıkıntı çekmeden mezun oldu.
Her iki ülkenin okullarının verdikleri dil eğitimlerinin düzeyini böylece ben kendi ailemde test ederek gördüm ve ülkem adına çok üzüldüm. Allah aşkına kurbağanın dolaşım sistemini, yumuşakçaların sindirim sistemlerini öğrenerek yetişmedik mi? Müzik öğretmenimiz bize bir enstrüman çalmayı öğretmek, müziği sevdirmek yerine bize ünlü Türk ve yabancı bestecilerinin kitaptan hayatını okutup onları anlattırıp not verirdi.
Ortaokulda beden eğitimi öğretmenimiz öğretim çarpıklığında tavan yapmıştı. 19 Mayıs gösterilerinin hareketlerini yaparak öğretmek yerine bize bu hareketleri deftere yazdırmıştı. Biz oradan “1 numaralı harekette önce kollar yere paralel olarak açılır” diye bu hareketleri okuyarak öğrenmeye çalışıyorduk. Karne notunu nasıl alıyorduk diye sorarsanız; Hepimize komünistin tanımını soruyordu. Kalkıp esas duruşta komünist tanımı yapıyorduk.
“Dinsiz, imansız, vatansız,….. bir zibidi it işte sana komünist” tanımın kalıbı bu idi. Kim daha çok olumsuz sıfat bulursa o daha iyi not alıyordu. Ancak 7’den aşağı not yoktu. Ona göre her Türk genci en az bu kadarını zaten hak ediyordu.
Kuşların iç organlarını öğrendik ama onları doğru dürüst tanımayız. Özelliklerini bilmeyiz. Ağaçları, bitkileri onların genel isimleriyle tanımaktan öteye geçemeyiz.
Almanya’da öğrenci olduğum ilk yıl doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım. Arkadaşlarım zır cahildi. Hiçbiri ne dünyanın en yüksek dağını ve kaç metre olduğunu, ne de dünyanın en uzun nehrini ve uzunluğunu biliyordu. Ben bilmeme rağmen burunlarının dibinde yapılan Waterloo Savaşı’nın hangi yılda yapıldığından bile haberleri yoktu. Sonra gördüm ki hepsi en az bir yabancı dil öğrenmişti. Üstüne bir de Latince biliyorlardı. Bunun yanında fizik, kimya ve matematikte çok iyiydiler. Hayatta kendilerine gerekli bilgilerle donatılmışlardı. Bizim gibi ansiklopedik bilgilerin tutsağı değillerdi.
Onun için orası dünyanın en gelişmiş sanayi, teknoloji ve bilim ülkelerinden biriydi.
1960’larda her türlü ekonomik göstergelerde bizim katlarca gerimizde olan Güney Kore bizi bugün katlarca geçmişse bunu 60’lı yıllarda %2.5 olan eğitimin bütçedeki payını %17’ye çıkararak sürekli bu düzeyde tutmasına, aklın ve bilimin gereklerini yapmasına borçludur.
Biz doğru yolu bir türlü bulamadık. Eğitimi adeta bir yazboz tahtası haline getirdik. Hatta ideolojik yaklaşımlarla iyice batırdık. Diğer yandan da eğitimin bütçeden hak ettiği payı almasını bir türlü sağlayamadık.
Ben bir eğitimci değilim ama bu konunun ülkemiz için öneminin farkında olan ve kanıtlarını yaşamında gören bir yurttaş olarak düşüncelerimi sizlerle paylaşmaktan kendimi alıkoyamadım.
Bu konuda söyleyebilecek çok şey var ama ben bir yazının kapsamını aşması nedeniyle konuyu size aramızdan ayrılmış usta gazeteci Hasan Pulur’a bırakarak sonlandırmak istiyorum.
Usta gazeteci Milliyet Gazetesinin 1 Temmuz 2010 tarihli sayısındaki köşesinde “Okullar, Öğretmenler, Öğrenciler” başlığı ile yazdığı yazıda kendi eğitim macerasını bakın nasıl anlatıyordu:
“Bu arada bizimde -atmacanın kafatası- maceramız var. Orta ikide üç dersten ikmale kaldık. Biri biyolojiydi. Eylülde iki dersi verdik. Biyolojide kara tahta başında ter döktükse de beceremedik, neydi soru? -Atmacanın kafa kesitini renkli tebeşirle tahtaya çizmek-
Bugün bile çizemeyiz. Ertesi yıl biyoloji dışında geçtiğimiz bütün dersleri bir daha okuduk, Haziran geldi, karneler dağıtıldı. Biyolojiden çakmışız. Eylül de sınava girdik. Hoca da değişmedi, soru da.
-Renkli tebeşirle atmacanın kafa kesitini kara tahtaya çiz-
İsyan ettik, yalvardık, gücümüz yetmedi. Yine geçemedik. Üst üste aynı sınıfta iki yıl kaldığımız için okuldan belge aldık.
Sonra?
Sonrasının ne yapacaksınız buralara geldik işte”
Üniversitelerimizin halen en düşük puanlarla girilen bölümleri öğretmen yetiştiren bölümlerdir. Toplumda en kötü ücretlendirilen ve toplumda hak ettiği yeri ve değeri elde edemeyen kesim öğretmenlerdir. Geleceğimizi şekillendiren öğretmenlerimizi gelişmiş ülkelerin birçoğunda olduğu gibi saygın bir konuma getirmediğimiz, eğitime ideolojik bir gözlükle baktığımız ve eğitimin bütçeden alacağı payı toplumun büyüyen eğitim ihtiyacına paralel bir şekilde büyütmediğimiz takdirde gelişmiş ülkelerle aramızdaki zenginlik ve gelişmişlik makası açılmaya devam edecektir.
Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Güney Kore örneğine bakmak yeterlidir.