O. Ertuğrul ÖNEN
Ülkelerin, uluslararası ticaret piyasasında en böbürlendikleri parametrelerin başında, İngilizcesi “export-import ratio” olan, bizim dilimizde de “ihracatın ithalatı karşılama oranı” (veya daha kısa ifadesiyle “karşılama oranı”) şeklinde geçen olgu gelmektedir. Hatta bu böbürlenme -yurt dışında bir şekilde ticaret müşaviri, iş adamı, girişimci, fuar katılımcısı konumunda ticari ilişkiye girmiş olanlar çok iyi bileceklerdir- mesleki sohbetlerin en başında gündeme gelmekte ve karşı taraf size, girizgah olarak “Ülkenizde karşılama oranı nedir?” diye soruvermektedir. Bu veriyi öğrendikten sonra da, eğer kendi ülkesinin karşılama oranı daha iyi ise, iş “çapın kadar konuşa” kadar dahi gidebilir.
Önce terimi basit bir soruyla açıklayalım: Yaptığınız ihracat, ithalatınızın yüzde kaçını karşılamaktadır? Eğer bir yıl içinde 100 dolarlık ithalat yapmanıza karşın 60 dolarlık ihracat yapabilmişseniz, karşılama oranı % 60; tam tersi, 100 dolarlık ithalatınıza karşılık 120 dolarlık ihracat gerçekleştirmişseniz karşılama oranınız % 120’dir. % 100’ün altındaki oran, genellikle can sıkıcı, % 100’ün üzerindeki oran ise sevindiricidir. % 100’ün altındaki oranda, üstüne üstlük, turizm gelirleri ve yabancı sermaye doğrudan yatırımları başta olmak üzere, dışarıdan bir akış yok ise durum, can sıkıcı olmaktan öte, vahimdir de.
Önce bizim tarihsel durumumuza bakalım: TÜİK’in internet sitesinde Cumhuriyetin ilk yılından başlamak üzere ihracat ve ithalat istatistikleri yer almaktadır. Cumhuriyeti kuranlar, dünya tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz patlak vermişken, bir yandan ülkeyi demir ağlarla örmekte öte yandan da dış ticarette fazla veren nadir ülkelerden olma başarısını göstermektedir. Genç Cumhuriyet, 1930-1937 arasında, fasılasız 8 yıl, % 100,5 ila % 128,8 arasında karşılama oranı gerçekleştirmiştir. Oran, ilginç ve ibret alınası bir rastlantıyla 1938 yılında % 100’ün altına (% 96,7) düşmüş; 1939-1946 arasında ise yine 8 yıl ve yine kesintisiz olarak % 107,7-180,5 arasında gerçekleşmiştir. Bu başarı da tamamen, Büyük Önder Atatürk sonrasında ülkemizi savaşa sokmayarak büyük bir felaketin önüne geçen o dönemin yöneticilerine aittir (Merak edenler için belirtelim: 1946’dan sonraki en iyi karşılama oranı 1950’de % 92,2, en kötü değer ise 1975’te % 29,6 olmuştur).
1946’daki % 180,5 seviyesindeki karşılama oranı ülkemizin gördüğü son artı karşılama değeri olmuştur. Bazı çevrelerin yaptığı “tuhaf” mantık yürütmelerinden yola çıkarak yapacağımız bir hesaplamayla, şöyle de denilebilir: Eğer 1946’daki oranı, ithalatımızın 250 milyar dolar olarak gerçekleştiği 2013 yılında da tutturabilse idik 2013 ihracatımız 450 milyar dolar olarak gerçekleşirdi!!!
Hikâyenin gerisi malum: Ülkemiz yaklaşık % 62-63’lük bir karşılamayla dış ticaretini sürdürmektedir. Bunun rakamsal karşılığı 2013 yılında 100 milyar dolarlık bir dış ticaret açığına denk gelmiştir. Yurtdışı müteahhitlik gelirleri, yabancı sermaye girişleri, turizm gelir-gider farkı ve diğer gelirler, bu rakamın 35 milyar dolarına çare olmuş, cari işlem açığımız 2013 yılında 65 milyar dolar seviyesinde gerçekleşmiştir.
Bu noktada sorulacak soru şudur: 1980’den bu yana tüm Hükümet Programlarında yer alan “ihracata dayalı kalkınma modeli” için ne yapılmaktadır?