Bu konuda başkanımız Ertuğrul Önen’in anılarına geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.
“Anlattığım gibi telefon hayatımızda bugünkü gibi her an, her gün kullandığımız bir iletişim vasıtası değildi ama yaşamımıza girmişti.
Telefon sahibi olabilmek öyle hemen ulaşılabilen bir şey değildi. Bunun için bir para yatırarak sıraya girmeniz gerekiyordu. Bu sıranın hemen geleceğini de düşünmeyiniz. Yıllarca hatta onlarca yıl beklemek normal kabul ediliyordu
Tabii, aziz milletimiz bedeli karşılığında daha kestirme yoldan telefona ulaşmanın yollarını da icat etmişti. O yıllarda başta Hürriyet olmak üzere küçük ilanlar bölümü bulunan gazetelerin bu ilanlarının en fazla yer işgal edeni, satılık telefon ilanları ile satılık telefon arayanların ilanları idi.
Her semtte telefonlar bir başka numara grubu ile başladığı için satılık telefon ilanları “satılık 40’lı telefon”, “satılık 12’li telefon” gibi tanımlayıcı ibarelerle çıkardı. Buna göre siz o telefonun hangi semte ait olduğunu anlar ve ona göre talip olurdunuz.
Keza satılık telefon arayanlarda aynı ibarelerle ilan verirlerdi.”12 ile başlayan telefon aranıyor” gibi.
Telefon devir bedeli olarak konuşulan rakamlar ancak hali vakti yerinde olanların karşılayabileceği düzeyde idi.
Bu işe aracılık yapanlar ile önemli bir piyasa idi, telefon alım satımı. Hatta telefon hacze bile konu olabilen bir değerdi.
Bir eve telefon bağlanması mahallede önemli bir olaydı. Komşular telefon bağlanan eve ziyaretle “güle güle kullanın” dileklerini iletirlerdi.
Telefon bu evlerde genellikle herkesin görebileceği itibarlı bir yere konulurdu. Üstünün bir dantel örtü ile örtülmesi de ihmal edilmeyen önemli bir gelenekti.
Yani telefon sahibi olmak ayrıcalıktı, herkesin bir gün işinin düşebileceği bir kimse olarak kabul edilir ve ona göre davranılırdı.
Telefon sahibinden ricalarda eksik olmazdı. “İstanbul’daki kızımın acil durumlarda araması için kendisine numaranızı verebilir miyim?” türünden.
Bazen de komşudan bir yere telefon etmek için izin istenir ve telefon görüşmesinin ardından santralden bedeli sorulur ve bu bedel çoğu kez küsüratlı bir rakam olduğundan bunun üzerinde bir bütün para verilerek geleceğe yönelik kredi biriktirilirdi.
Telefon cihazları kocaman siyah ağır cihazlardı. Onları çoğu kez oturmuş siyah bir kediye benzetirdim.
Kadranları yuvarlaktı. Parmağınızı sokar çevirirdiniz. Takır takır sesler çıkarırdı. Küçük rakamlarda bu nakarat kısa sürerken 0,9,8,7 gibi rakamlarda çevrilen kısmın geriye dönmesi zaman alırdı. Cem Yılmaz’ın stand uplarına konu olan bu ritüel çocukluğumun, gençliğimin çok sık yaşadığım bir gerçeğiydi.
Telefonun bugün ki gibi zil sesi, ayarlanabilen çeşit çeşit melodilerden oluşmuyordu. Bu telefonlarınki baskın bir zil sesiydi.
Yedi kapı öteden duyulur, en derin uykudakini yatağından sıçratırdı.
Herkes bunun telefon sesi olduğunu ve hangi evde çaldığını bilirdi.
Telefona sahip olmanın, torpilli ulaşmanın mutlaka bilinmeyen birçok yolu vardı. Ancak o tarihlerde “Bakan tercihli” diye bir yöntem en tesirlisi idi. Bir bakanın bir kişi için belli bir adrese telefon bağlanmasının kamu yararı açısından gerekli olduğunu PTT’ye bildirmesi yeterli idi.
Bu yolla bir kez ben de telefon sahibi oldum.
İhracat Genel Müdürü idim. Gümüldür’de bir yazlığım vardı . Evim o tarihte bir köy olan Gümüldür’ün de bir hayli dışında “kuş uçmaz kervan geçmez” diye nitelenen bir yerdeydi. En yakın telefon nereden baksan 8-10 km mesafede bulunan Gümüldür Postanesi’ndeydi.
Birkaç günlüğüne yazlığa gittiğimde Ankara ile tüm irtibatım kesiliyor; Bakan, Müsteşar genel müdürlüğümüzün personeli bana ulaşamıyordu. Ancak, bir yerlerden adam gönderip beni telefon başına çağırarak irtibat kurabiliyorlardı.
Bu nedenle kısa süreli de olsa bir tatil imkânı bulamıyordum. PTT Genel Müdürü’ne bundan söz ettim. Bakan imzalı bir yazı gönderin hemen halledelim dedi.
Söylediğini yaptım. Bir kaç hafta sonra yazlığa gittiğimde evimin önünde bir ahşap telefon direğinin dikili olduğunu ve en yakın bağlantı noktasından hat çekildiğini gördüm.
Verandada kocaman kara bir telefon cihazı duruyordu.
Ancak kadranı ve numaraları yoktu. Bu cihaz manyetolu telefon olarak nitelendiriliyordu.
Ahizeyi kaldırıp yanındaki kolu çevirmek gerekiyordu. Böylece Gümüldür Postanesi’ndeki santral memuru ile irtibat kuruyor ve konuşmak istediğiniz telefon numarasını ona bildirerek ahizeyi kapıyordunuz. Bir müddet sonra santral memuru sizi arayarak kaydettirdiğiniz numara ile görüştürüyordu.
O koca telefonu asrın son icadıymış gibi bağrımıza bastık. Artık kendimizi uygar Dünya ile bütünleşmiş görüyorduk. Ayrıca havamıza da diyecek yoktu. Tüm sitedeki ve belki çevredeki tek telefonun sahibiydik.
İşte telefon böylesine değerli, ulaşılması zor bir iletişim aracıydı.”