O. Ertuğrul ÖNEN
Estetik, Yunanca aisthesis sözcüğünden gelmektedir. Anlamı duymak, algılamak demektir.
Vikipedi’ye göre bu tanımı 1750 yılında ilk ortaya atan Alman filozof Alexander Gottlieb Baumgarten’dir. Onun tanımladığı şekliyle estetik, güzel üstünde düşünme sanatıdır. Bu terim güzel olanı aramak, duyumsamak şeklinde açıklanır.
Bu kavramı incelemeye niçin gerek duyduk dersiniz? Genel de ve özel olarak son yıllarda kentlerimizin, doğamızın içler acısı görüntüsünün üzerimizde yarattığı çöküntüden dolayı diyebilirim. Kendisini özlemle andığım değerli dostum Ünal Sağra o soğuk görünüşünün altında zaman zaman güzel espriler yapan, ilginç şeyler söyleyen bir kişilikti.
Bir gün, şimdi ne vesile ile olduğunu hatırlamıyorum, Ünal’ın şehri olan Ordu’da arabayla kasabalar, köyler arasından bir yerlere gidiyorduk. Arabanın penceresinden dışarıya dalmış gitmişti. Birden bana dönerek “Ne istiyorum biliyor musun? Bir gözlük icat etseler onunla şu güzelim doğaya bakarken, bu doğayı kirleten, çirkinleştiren şu insan ürünü yapıları görmesem” dedi.
Karadeniz’in o güzel doğasına Ünal’ın bu sözünden sonra ben de bir başka gözle bakmaya başladım. Gerçekten o dünyayı kendisine çeken İsviçre’den, Avusturya’dan ne farkı vardı? Hatta birçok yönleriyle çok daha güzeldi. Ancak, Ünal’ı yeni bir gözlük hayaline sürükleyen çirkin yapılar farkı vardı. Söz konusu ülkelerde insanlar doğaya olumlu katkılar, olumlu dokunuşlarla değer ve güzellik katarken, Karadeniz’de şekilsiz, çoğu birbirine benzeyen, genellikle sıvasız, üstünde yeni bir kat çıkmaya hazır demir filizleri bulunan bu yapıların o güzelim doğayı nasıl kirlettiğini görebiliyordunuz.
Karadeniz’de tek tük göze hoş gelen yapılar ise eski Rum evleriydi.
Karadeniz böylede diğer bölgelerimiz buralardaki kentlerimiz farklı mı? Al birini vur diğerine. Hiçbir güzellik barındırmayan çirkin beton yığınları, ne doğru dürüst bir cadde, ne adam gibi bir meydan, yeşil alan derseniz hak getire.
Batıda dereler, ırmaklar kentleri, kasabaları güzelleştirmek, oralara değere katmak için kullanılırken bizde oraları tez elden kanalizasyon haline getirip, ardından dayanılmaz kokusundan kurtulmak için üzeri kapatılmaktadır.
Cumhuriyetin başkentini bile kurucuların hedeflediği kent olma çizgisinden saptırdık. O yıllarda yapılan kamu binalarının sade güzelliği ve ağır başlılığı nerede, şimdi yapılanların geceleri aydınlatılan can canlı görünüşleri nerede?
Ya camilerimiz? Büyük küçük eski camilerimiz gerçekten bir güzellik taşırlar.
Yenilerde ise maalesef yarısı ticarethane, yarısı ibadethane görünümünde olanları mı, yoksa eskinin kötü taklitlerini mi sayayım? Hangisinde bir estetik görüyorsunuz?
Mimar Sinan’ın 16’ncı yüzyılda o dönemin teknik imkânlarıyla başarabildiğini bugünün üstün teknolojisiyle başarmak marifet midir? Marifet günümüzün estetik kaygılarıyla çağın üzgün modelini gerçekleştirmek değil midir?
Mimarlık fakültelerimizde estetik ders olarak okutulmuyor mu?
Eğer okutuluyorsa nedir bu kentlerimizin, kasabalarımızın hali? Ne güzel bir yapı, ne batıda ki örneklerine uygun bir meydan, caddeler, sokaklar allahlık. Her yıl yol ve kaldırım yaparak geçen bir belediyecilik. Halen rögar kapaklarını yol seviyesinde ayarlayamayan bir kafa ile nereye kadar?
Kentlerimizde iyi kötü gösterebildiğimiz, övünç duyduğumuz eserler ya Roma’dan, ya Selçukludan veya Osmanlıdan kalma.
Ünal Sağra haksız mı? Onun düşlediği gözlüğe gerçekten acil ihtiyacımız yok mu?
Ne dersiniz?