2000 yılının başları. Dünya Türk İşadamları Kurultayı’nın İstanbul’da yapılması öngörülen üçüncüsü için yoğun bir çalışma içerisindeyiz.
İlkinden itibaren Kurultayı himayesine alan ve çok yakın bir ilgi ve destek gösteren Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’e kendisine bilgi vermek ve Kurultaya davet etmek için Kurultay Başkanı Sakıp Sabancı ile birlikte yaptığımız ziyarette söz alarak:
“Sayın Cumhurbaşkanım, siz bu oluşuma çok önem veriyor ve destekliyorsunuz. Bundan cesaret alarak izin verirseniz bir hususu görüş ve değerlendirmenize sunmak istiyorum” dedim.
“Buyurun, sizi dinliyorum” deyince sözlerime kaldığım yerden devam ettim.
“Malumlarınız olduğu üzere Türkiye’de faaliyet gösteren işadamlarımızı değişik kurum ve kuruluşlar ‘çok vergi verdi, yüksek ihracat yaptı’ gibi çeşitli vesilelerle her yıl ödüllendiriyor, taltif ediyor. Oysa yurtdışındaki iş adamlarımız için bu tür uygulamalar gündemde değil. Onların ülkemizin hiçbir desteği olmaksızın önemli başarılara imza atmalarına rağmen bu tür ödüllendirmelerle hiç değilse manevi yönden desteklenmeleri, kendilerine anavatanlarının takdirinin ifade edilmesi gerektiğini düşünerek, yurtdışındaki iş adamlarımız için de bu tür bir organizasyon yapmak istiyoruz”
diye sözlerimi tamamladım.
Süleyman Bey beni dikkatle dinlemişti. Sözlerim bitince
“Çok iyi düşünmüşsün bunu yap. Hatta tören için Çankaya Köşkü’nü kullan. Ben de katılacağım” dedi. Sakıp Bey de, ben de Cumhurbaşkanımızın bu ilgi ve desteğinden çok mutlu olmuştuk.
Ancak, Cumhurbaşkanımız desteğinin esas önemli kısmını sona saklamıştı.
Cumhurbaşkanımız;
“Hatta, sizin tespit edeceğiniz adaylardan 20 kişiye kadar devlet üstün hizmet madalyası vereyim. Siz bunu organize edin, sizin önerdiğiniz isimlere verelim”
diye sözlerini tamamladı.
Olağanüstü bir teklifti bu. Yanından ayrılınca inceledik. O tarihe kadar devlet üstün hizmet madalyası alanların sayısı 40’ı bulmamıştı. Cumhurbaşkanımız bizim önereceğimiz 20 kişiyi daha bu madalya ile taltif edecekti. Sakıp Beyle beraber Cumhurbaşkanımızın yanından adeta uçarak ayrıldık.
Kafamda hemen projenin taslağını şekillendirdim. Biz Vakıf olarak bu aday belirleme ve tören düzenleme işlerinin sekretarya hizmetlerini yerine getirecektik. Sakıp Beyin başkanlığında Türkiye’nin ekonomi ile ilgili tanınmış kişilerinden bir jüri oluşturacaktık ve ortaya çıkan isimler arasından adayları bu jüri belirleyecekti.
Nitekim, her şey bu kurguya göre yürüdü.
Önce tüm dış kollarımıza, Dışişleri Bakanlığı ve Dışticaret Müsteşarlığı’nın aracılığı ile bu ödül dağıtımının duyurulması ve adayların belirlenmesi için yardım taleplerimizi ilettik.
Aynı şekilde yurtdışındaki işadamı derneklerinden de katkılarını talep ettik.
Kaldı ki, uluslararası düzeyde tanınmış işadamlarımız olduğu gibi, daha önce yaptığımız iki kurultay vesilesiyle tanıdığımız çok başarılı öne çıkan kişiler de vardı.
Uluslararası düzeyde tanınmış işadamlarımızın en önemlilerinden biri de New York’ta yaşayan ve Atlantik Plak’ın sahibi olan Ahmet Ertegün’dü. New York Başkonsolosluğumuz aracılığı ile kendisini Devlet Üstün Hizmet Madalyası için aday göstermek istediğimizi ilettik.
Gelen cevap ilginçti: Yalnızca kendisine mi verilecekti, başkaları da var mıydı?
Başkalarının da olduğunu söyleyince Ahmet Ertegün bu ödüle aday olmak istemedi.
Ne yapalım zorla güzellik olmazdı.
Sonuçta bu kuruluşların tamamının destek ve katkıları ile çok geniş bir isim portföyü oluşturduk.
Bu arada Sakıp Beyin başkanlığında Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Mithat Balkan, İMKB Başkanı Osman Birsen, Dünya Gazetesi Başkanı Nezih Demirkent, DPT Müsteşarı Akın İzmirlioğlu, iş adamı Üzeyir Garih, Gazeteci Zeynep Göğüş, Rekabet Kurumu Başkanı Tamer Müftüoğlu ve Dış Ticaret Müsteşarı Kürşat Tüzmen’den ve oluşan ve çeşitli kesimleri temsil eden yetkin bir jüri oluşturmuştuk.
Ödül alacaklar üç ayrı kategoride değerlendirilmişlerdi.
-Devlet Üstün Hizmet Madalyası ile taltif edilecekler.
-Bulundukları ülkenin en başarılısı olarak belirlenenler.
ve
-Belli alanlarda yaptıkları çalışmalarla temayüz edenler.
Doğal olarak bu seçime aday olacaklar için çok sıkı kurallar ve kriterler öngörülmüştü. Adil olduğu kadar, yanılgı payı az olan ve amaca dönük bir seçim yapmaya gayret ediyorduk.
3 Mart 2000 Cuma günü Sabancı Center’da bir araya geldik.
Tüm adayları tek tek takdim ettik. Sonunda jüri, ülkesinde en başarılı kabul edilenlerle, belli alanlarda öne çıkanları kesin olarak belirledi. Devlet Üstün Hizmet Madalyası’na aday 17 kişiyi de tespit ederek, bunların Vakfımız aracılığı ile Cumhurbaşkanlığına sunulmasını kararlaştırdı.
Cumhurbaşkanımız vaad ettiği gibi Jürinin belirlediği 17 kişiye (bu 17 kişinin 10’u Almanya’dan 2’şer kişisi İngiltere ve Fransa’dan 1’er kişisi ise ABD, Türkmenistan ve Belçika’dan idi) Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmesi için Bakanlar Kurulu onayının alınması işlemlerini başlattı.
7 Nisan Cuma günü Çankaya Köşkü bu ödül törenine ev sahipliği yaptı. Devletin üst düzeyi törende hazırdı.
Ancak, böylesine mutluluk ve gurur dolu bir günde de can sıkan şeyler eksik olmuyordu.
Daha Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne geçmeden buraya komşu konumda olan Vakfımızda bazı adaylar ağız dalaşı başlatmışlardı. Kendisini bu taltife layık gören, bir diğerini layık görmüyordu.
Kıskançlık, çekememezlik baş göstermişti. Tören sırasında Vakıftan bir arkadaşım gelerek Vural Öger’in “Benim madalyamı hemen verin, ben Alman Cumhurbaşkanı’nın resepsiyonuna gideceğim diyor” demesi üzerine deyim yerindeyse tepem attı.
Biz adayları alfabetik olarak sıraya koymuştuk. Sunucu bu sıraya göre adayları sahneye alıyordu. Bu kişi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın elinden alacağı Devlet Üstün Hizmet Madalyası için 15-20 dakika beklemeye tahammül edemiyor; bir an önce, o tarihte Ankara’da bulunan Alman Cumhurbaşkanı’nın resepsiyonuna gitmeyi tercih ediyordu. O tarihe kadar Türkiye’de 40 dolaylarında kişiye kısmet olan bu şerefi her şeyiyle yaşamak yerine, sıradan bir resepsiyona bir an önce katılmayı düşünmeyi anlayamamıştım ve çok üzülmüştüm. Aynı arkadaşımla kendisine haber gönderdim. Tören düzenini bozamayız. İstemiyorsa gidebilir dedim.
Bekledi ve madalyasını aldı. Sanıyorum resepsiyona da yetişti.
Tören sona ermişti. Sahnede Cumhurbaşkanı ve Sakıp Sabancı ile beraberdim. Cumhurbaşkanımıza bir plaket verdim. Sağlık durumu el vermediği için Kurultaya Başkanlığı sona erecek olan Sakıp Beye de bir plaket sundum.
Süleyman Bey;
“Bu hiç olmadı, hepimiz bir şey aldık. Sana bir şey veremedik. Oysa bu işin fikir babası sensin, işin bütün yükünü sen çektin”
diye üzüntülerini ifade etti.
“Sayın Cumhurbaşkanım, bu işin onuru bana yeter. Düşünmeniz bile benim için değerli, teşekkür ederim”
dedim.
Bir organizasyonu daha yüzümüzün akıyla tamamlamıştık. Bizi üzen ufak tefek ayrıntılara rağmen varılan sonuçtan mutluluk duyuyordum. Yurtdışında bir güç yaratıyorduk, onların anavatanları ile bağlarını güçlendiriyorduk.
Cumhurbaşkanımız 1996 yılında yapılan ilk Kurultayda bir anekdot nakletmişti.
Bu anekdot kendisinin anlatımıyla şöyleydi;
“Ben bu sene Güney Amerika’ya gittim. Giderken Kanarya Adaları’na uğradık. Oradaki kalışımız sırasında biri geldi yanıma. Bana dedi ki;
“Ben Osman Bakır’ım”
“Gel bakalım” dedim. “Sen ne yapıyorsun burada?”
“Ben burada ticaret yapıyorum.”
Buna çok sevindiğimi söylemeliyim.
“Ne ticareti yapıyorsun?” dedim
“İsviçre’den buraya geldim” dedi. “Ben İsviçre’ye işçi olarak gelmiştim. Oradan buraya geldim. Burada daha çok deri v.s. üzerine ticaret yapıyorum, çok turist geliyor buraya ve İstanbul’dan aldığım hazır giyim eşyasını burada pazarlıyorum” dedi.
Buna çok sevindim. “Bana Osmanlar lazım” dedim. “Birçok Osman lazım ve Osmanların mutlaka böyle küçük ticaret sayılabilecek iş yapanı da lazım. Ortası da lazım. Büyüğü de lazım”
İşte Cumhurbaşkanımız Kurultaylara ve bu ödül törenine özel bir ilgi göstererek, destekleyerek aslında daha çoğuna ihtiyacı olan Osmanları destekliyordu.
Biz de onun çizdiği bu doğrultuda görev yapıyorduk. Ulaştığımız sonuçlardan mutlu oluyorduk. Bu bize yetiyordu.
O.Ertuğrul Önen