Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarlığı görevimin ilk dönemleri. O yıl (1993) Kasım ayında Fransız Thales Alenia Space firmasına sipariş verdiğimiz Türkiye’nin ilk haberleşme uydusu olarak hizmete girecek Türksat 1A uydusunun devir teslim töreni için Bakanlığımızdan bir heyet Fransa’ya gidecekti.
Bakan benim de gelmemi istiyordu. Ancak, ben “siz gidin ben kalayım” dedim. Neticede Bakanımızın (Mehmet Köstepen) başkanlığında giden heyet 29 Kasım 1993 tarihinde Türksat 1A uydusunu teslim aldı.
Ben törende bulunamamıştım ama PTT’nin, bugünün anısına hazırlattığı bir plaketle en azından bu güzel anıyı paylaşmıştım. Nereden nereye, isteyen her yurttaşına telefon veremeyen, onları yıllarca telefon alma listelerinde bekleten Türkiye artık uzayda bir uydu sahibi olacaktı.
O tarihlerde, Telekom PTT’den ayrılmamıştı. Dolayısıyla Türksat hizmetleri de PTT bünyesinde yürütülüyordu. Servet Bilgi Paşa, Emin Başer gibi başarılı PTT genel müdürleri PTT’ye ve Türk haberleşme sektörüne çağ atlatıyorlardı.
Ancak, “Devlete hizmet cezasız kalmaz” kuralı burada da devreye girmişti.
Bizden önceki yönetimler bir şeyleri bahane ederek Emin Beyi ve yardımcılarını görevi ihmal veya suiistimalle kurumu zarara uğratmaktan mahkemeye vermişlerdi.
Bakanımız Fransa’dan mutlulukla döndü. Türkiye ilk uydusunu teslim almıştı. Artık gelecek adım bu uydunun uzayda başarılı bir şekilde yörüngesine oturtulması idi.
Bunun için uydunun Güney Amerika’da bir ara çok meşhur olan “Kelebek” romanının geçtiği Fransız Guyanası’na taşınması ve oradan uzaya fırlatılması planlanmıştı.
Bu fırlatma işini yapacak olan Ariane Space firmasıydı.
Tarihi gün yaklaşıyordu. Fransızlar geniş bir heyet davet etmişlerdi. Bu defa Bakanımız bu tarihi olaya benim de tanıklık etmem konusunda ısrarcıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse bunu ben de istiyordum.
Kadroyu tespit ettik. Bakanlık ve PTT yetkilileri dışında, basından ve iş dünyasından da yetkililer vardı. O tarihlerdeki THY yönetim kurulu başkanı Erman Yerdelen’i, Alarko Holding’den Leyla Alaton’u, gazeteci Zeynep Göğüş’ü hatırlıyorum. Ancak, kadro çok daha genişti.
İşte tam o günlerde Bakanlık Baş Hukuk Müşaviri gelerek PTT eski Genel Müdürü Emin Başer ve yardımcılarının davalarının beraatle sonuçlandığını ve tebligatın kendilerine ulaştığını söyledi.
Baş Hukuk Müşavirimize göre, bu karar karşısında süreyi geçirmeksizin Yargıtay’a itirazda bulunmamız gerekiyordu.
“Şart mıdır?” diye sordum.
“Evet efendim usulümüz böyle. Hukuk yollarını sonuna kadar takip etmek zorundayız” diye cevap verdi.
“Bir şey yapmayın benden haber bekleyin” dedim.
Aynı gün Bakanımız Mehmet Köstepen’le ilk bir araya geldiğimizde bu durumu anlattım ve
“Adamlara hizmetleri için teşekkür edeceğimize mahkeme kapılarında süründürüyoruz. Beraat etmişler, bu da bizi tatmin etmiyor; şimdi de davayı Yargıtay’a taşımak istiyoruz. Ben bundan hoşnut değilim, izin verirseniz bir onay hazırlayalım ben imzalamaya hazırım, siz de hazırsanız bu adamların çilesine son verelim ve bu beraat kararı aleyhine temyize gitmeyelim”
dedim.
“Çok iyi düşünmüşsün ben de imzalamaya hazırım” deyince çok rahatladım.
Bir onayla temyiz hakkımızı kullanmadan süreyi geçirdik. İyi ki öyle yapmışız.
Bu arada uydunun fırlatma günü belli olmuştu. 24 Ocak 1994. Heyete son şeklini vermek için Bakanın yanındaydım.
“Emin Başer bu işte büyük emeği olan kişidir. Ayrıca kendisine çektirdiğimiz mağduriyete bir özür olmak üzere uygun görürseniz Emin Beyi de davet edelim” dedim.
Bakanımız; “İnanır mısın aynı şeyi teklif edecektim. Memnuniyetle arayıp davet edin” dedi.
Emin Bey davetimize çok memnun olmuştu. O da heyete dâhil oldu.
Önce Paris’e gittik. Orada bizi karşılayıp kısa bir brifingle bu bekleme süresini değerlendirdiler.
Sonra oradan uzun bir yolculukla Guyana’ya vardık. Türkiye’de kış şartlarından çıkmıştık. Bizi orada sıcak, nemli bir tropikal iklim karşıladı. Otelle misafirhane benzeri bir yerde konaklıyorduk.
Nihayet, sanıyorum ertesi gün kararlaştırılan vakit gelmişti. Bizi fırlatmanın yapılacağı yere götürdüler. Bizi bulunduğumuz yerden aşağıda çalışanları ve fırlatmanın tüm gelişmelerini izleyeceğimiz bütün bir ekranı gören amfi gibi bir yere oturttular. Beklemeye başladık. Aşağıdaki hazırlıklar aynı Cape Caneveral Uzay Üssü’nün çeşitli film ve belgesellerde gördüğümüz çalışma düzenine benzer bir şekilde yürüyordu. Yerdeki füzeyi görebiliyorduk. Nihayet geri sayım başladı. Herkes mutluluk içerisindeydi. Heyetten bazıları yukarı binanın düz çatısına çıkarak füzenin yükselişini çıplak gözle de izlediler.
Beş on dakika geçmemişti ki aşağıda bir hareketlenme başladı. Konuşma ve hareketlerden telaş ve endişe seziliyordu. Biz de birbirimize ne oluyor diye sormaya başlamıştık. Çok sürmedi. Fırlatma yetkilisi yanımıza gelerek “Maalesef fırlatma başarısız oldu uyduyu kaybettik” deyince tüm sevincimiz yok olup gitmişti.
Akşam bir eğlence programı öngörülmüştü. Kimsenin eğlenecek hali yoktu. Türkiye’nin ilk uydusuna sahip olması bir başka bahara kalmıştı.
Üzgündük, ancak yapacak bir şey yoktu. Düşen uydunun bedeli sigorta tarafından karşılandığı için zararımız maddi değildi. Manevi olduğu kadar, zamandı kaybımız. Ancak, Türkiye durmadı düşen uydunun yerine Türksat 1B fırlatıldı ve başarılı bir şekilde yörüngeye oturtuldu. Onu diğerleri izledi. Bugün artık kendi uydumuzu yapıyoruz.
İlk uydumuzun fırlatılışına tanık olmuştuk. Ne var ki sonu hüsranla bitmişti.
Her eylemde mutlaka bir risk vardır. Önemli olan belirlenen hedefte kuşkuya düşmemektir.