O. Ertuğrul ÖNEN
Prof. Dr. Feridun Ergin’in “Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” isimli kitabında ifade ettiği “Atatürk bir dâhidir. Dâhilerin okula ihtiyacı yoktur. Onlar kendilerini yetiştirir, kendi yollarını kendileri tayin ederler. Dogmaların, doktrinlerin içine sıkışıp kalmazlar” görüşü ne kadar isabetlidir.
Gerçekten de Atatürk dönemi ekonomisinde izlerini sürdüğümüz ona ait her görüş ve uygulamada bu tespitin ne kadar haklı çıktığını görmek mümkündür.
Daha henüz Lozan Barış Antlaşması yapılmamıştır. 17 Şubat 1923’de topladığı İzmir İktisat Kongresi’ni açan nutkunda
“Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalmış bir gerçek vardır. Türk tarihi incelenecek olursa, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadi sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü, iktisadi durumla ilgilidir. Türkiye’mizi layık olduğu uygarlık düzeyine eriştirebilmek için ekonomiyi ön planda tutmak lazımdır. Çağımız ekonomi devridir………………………………………………………………….
Milletimiz, düşman ordularını mahvetmiştir. Tam bağımsızlık için şu kural vardır: Milli egemenlik mali egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet ekonomidir. SİYASİ VE ASKERİ ZAFERLER NE KADAR BÜYÜK OLURSA OLSUN, İKTİSADİ ZAFERLERLE TAÇLANDIRILMADIKÇA PAYİDAR OLAMAZ.”
Ekonomin bir millet hayatındaki önemine ve ekonomik bağımsızlığa sahip olmayan bir ülkenin tam bağımsız sayılamayacağına bu şekilde dikkat çeken Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanı, daha üniformasını üzerinden çıkarmadan bu defa ekonomi savaşı için hazırlıklarını yapmaktadır. Çünkü Osmanlı Devleti’ni yıkan gerçeğin aslında ekonomik çöküntü olduğunu bilmektedir. Bu nedenle kendisini kazandığı parlak zaferin büyüsüne ve sarhoşluğuna kaptırmayan bir gerçekçilikle kurtardığı bu ülkenin ve kurmak üzere olduğu yeni devletin tam bağımsızlığının temellerini güçlü bir şekilde atmaya çalışmaktadır.
Ona göre “Ekonomi her şey demektir. Yaşamak ve mutlu olmak için ne gerekiyorsa hepsi demektir, ticaret demektir, emek demektir.” O, yeni devlet düzeninde yabancılara ayrıcalık tanımayan milli ekonomi politikasını esas alacağını ilan ediyordu. Kapitülasyonlar kaldırılarak, ayrıcalıklı şirketler millileştirilecekti. O, Türk insanının emeği, aklî sermayesi ile etkin olacağı bir ekonomi düzenini hedefliyordu.
Başlangıçta hâkim unsur olarak özel girişimcilik öne çıkarılmışsa da, Cumhuriyet’e intikal eden sanayi varlığı, eğitilmiş insan gücü ve milli sermaye birikimi maalesef istenilen hedeflere ulaşılmasını mümkün kılmamıştır. Bunun üzerine 1929 iktisadi buhranının etkilerinin de eklenmesi ile yeni yol ve yöntemler aramak kaçınılmaz olmuştur.
Adına devletçilik dediğimiz, devletin ekonomide hem aktör, hem düzenleyici olarak hâkim olduğu bir sisteme yönelinmiştir.
Büyük Atatürk “Bizim devletçiliğimiz bireysel emek ve faaliyeti esas almakla beraber, mümkün olduğunca kısa zamanda milleti refaha ve memleketi imara kavuşturmak için milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlere ve özellikle iktisadi alanlara devletin ilgisini yöneltmektedir” şeklindeki açıklamaları ile uygulanmak istenen modelin, esasında katı bir devletçilik olmadığını, hür girişimciliğin bilgi ve sermayesinin yeterli olmadığı alanlarda devletin görev üstlenmesini ve böylelikle milletin refaha ulaşma süresinin kısalmasını amaçlayan pragmatik bir yaklaşım olduğudur.
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Atatürk, dogmaların, doktrinlerin içine hapsolacak bir adam değildir. O koşullara göre halkın, ülkenin yararına en uygun yol ve yöntemi bulup uygulayan bir pragmatistir.
Nitekim onun bu yaklaşımı ile ülke kısa zamanda etkin bir demiryolu ulaşım ağına ve ileride özel sektöre de öncülük yapacak bir sanayi organizasyonuna ve alt yapısına sahip olmuştur.
Belki birçoğumuz için günümüz koşul ve imkânlarıyla o gün başarılanlar önemsiz gibi görülebilir. Başarılanların gerçek değerini ve bu ülke için ifade ettiklerini, ancak o günün imkân ve şartlarıyla ölçümlediğimizde anlayabiliriz.
Netice olarak,
Büyük Atatürk’ün 10.yıl nutkundaki ifadesi ile “Az zamanda çok ve büyük işler yapılmıştır.”
Minnettarız.