Ömer BERKİ
Durumu anlattığımda büyük tepki gördüm. “Bize söylemeden sen böyle önemli bir konuda nasıl şahsen inisiyatif alırsın. Hem böyle bir düzenleme yanlış olur, geleneksel yapımıza ters düşer, durduk yerde iş çıkarmışsın, git ve ‘biz bu işten vaz geçtik’ de” dediler. İçimden “Vay anasına sayın seyirciler” demişimdir her halde. Kurumsal yapımıza büyük katkısı olacağına inandığım böyle bir işi, tamamıyla kotarmasam bile, en azından koalisyon ortaklarından birinin grup başkan vekilleri vasıtasıyla Genel Kurul’da görüşülmesini (ve büyük bir ihtimalle kabulünü) sağlamışken ve o tarihlerde pek moda olmasa dahi “çak beş” benzeri bir sevinç beklerken olay bir felâkete dönüşmüştü.
“Bize haber vermeden kendi başına bunu niye yaptın!” demeleri dışında hiçbir eleştiriyi hak etmemiştim. Evet, benimkisi memuriyet disiplinine aykırı bir yaklaşım idi. Ama üst kadrolarımız “dışarıdan atamaya” açıktı ve bu da kurumsallaşmanın önündeki en büyük handikaptı. Bir fırsat bulmuşken “halledeyim” demiştim!
Hemen yine Meclis’e koşturdum. Sayın Daçe’ye ne dediğimi hatırlamıyorum, ama muhtemelen ezile büzüle “biz vazgeçtik” gibilerden bir şeyler söylemişimdir. Önemli, hatta tarihi bir fırsatı kaçırmıştık. Biraz daha ileri gideyim: “Kurumun namusunu kurtaramamıştık!”.
Mesleki anılar bağlamında temel ilke, hiç şüphesiz ki “yapılamayanların değil, yapılanların anlatılması” olmalıdır. Sonuçlandıramadığım, yani “yapamadığım” bir işe ilişkin anımı anlatarak bu ilkeye ters düştüğümün farkındayım. Ancak, klasik ifadesiyle “tarihe bir not düşmek” adına bu anımı, özellikle genç meslektaşlarımla paylaşmakta fayda gördüm.
Hoş, idari yapının bugün geldiği noktayı gerek mevzuat, gerekse uygulama açısından değerlendirdiğimde, içimden “bu anının bugün için hiçbir kıymeti harbiyesi yok” demek de gelmiyor değil doğrusu.
Başka anılarda buluşmak üzere…