O. Ertuğrul ÖNEN
Ne kadar unutursak unutalım, hatta unutmak isteyelim, her şeye rağmen geçmiş, bizim bir parçamızdır. Zaman zaman özlemle, bazen hatırlamak istemeyerek, birçok kez dersler, ibretler çıkararak anılarımızla yaşarız.
Burada sözü Sayın Ertuğrul Önen’e bırakıyoruz;
“Ben aslen Sivaslıyım. 18 yaşımı bitirinceye kadar bu kentte yaşadım. Kimi hüzünlü anılarımı bir tarafa bırakarak, geçmişimden kareleri sizlerle paylaşmak istiyorum. 50’li yılların Sivas’ı yoksul, ancak dengeli bir yoksulluğa sahip, Cumhuriyet’in kurulduğu yer olmakla haklı olarak gururlu, o günlere ilişkin anıları taze ve bu anıların o günleri bizzat yaşayanlar tarafından anlatıldığı bir kentti.
İlkokulu eski ahşap bir konakta okuduk. Siyah önlüklerimiz ve beyaz yakalıklarımız, yoksul varlıklı, hepimizi eşit yapıyordu. En varlıklılar belirli bir ücreti olan memurlar ve subaylardı. Varlık düzeyimizi belki tek açığa vuran kundura tabir ettiğimiz deri ayakkabılarla, kara lastiklerdi.
Televizyon yoktu. İstanbul gazeteleri iki günde ulaşıyordu Sivas’a. Bütün dünyamız Sivas’tan ibareti.
Bu gün Sivas’a sanırım yarım saatlik bir mesafede olan halamın köyüne önce yük treni vagonunda gider, en yakın istasyonda indikten sonra mola vere vere saatlerce yürürdük. Bu uzun ve yorucu yolculuğun sonunda ulaştığımız köy ayrı bir dünya idi.
Benden büyük çocuklar daha hayatında otomobili, motosikleti, elektriği görmemişti.
Dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım. Cansız bir şeyin kendi kendine yürüyebileceğine inanmazlardı.
Köyün en zengininin farkı ve imrenilen yanı kaba aba kumaş yerine şayak kumaştan bir pantolon giymesiydi.
O günlerin Sivası’nda evlerde elektrikle çalışan tek bir alet yoktu. Babamı 3 yaşımda kaybettiğim için biz alamamıştık. Ancak, amcam “AGA” marka bir radyo almıştı. “Ajans” diye bilinen haberlerin saati geldiğinde, mahalleli amcamlarda toplanırdı. Amcam saatine bakar, yukarıda çocukların ulaşamayacağı bir raf üzerinde bulunan üzeri dantel örtülü radyoyu açardı. Hep beraber radyonun lambasının yeşil renk almasını ve sesin gelmesini beklerdik. Adeta bir ayin gibiydi.
Mahalle saygın ve kutsal bir kavramdı. İyi günde ve kötü günde mahalleli hep dayanışma içerisinde olurdu. Düğün, cenaze ve buna benzer tüm olaylarda mahalle bir bütün olarak hareket ederdi.
Mahallenin büyüğü, evin büyüğü gibi kabul görürdü. Bizlere bir güçlüğümüzde mahallenin büyükleri yardımcı olur, destek olurdu. Ancak, bir kusurumuzu gördüklerinde de doğrudan cezalandırma hakkına sahiptiler. Gidip annene, babana şikâyet edemezdin. Çünkü bırak sana hak vermeyi, bir ceza da onlardan gelirdi.
Kış, Sivas için uzun hazırlıklar gerektiren zorlu bir sınavdı. Rahmet ve sevgi ile andığım annem “Ağustosun yarısı yaz yarısı kış” derdi. Onun için daha Temmuz ayı sonu yaklaşırken odununu, kömürünü almadan rahat edemezdi. “Kılıç gibi kara kış geliyor” derdi. Odun-kömür bodruma girince çok rahatlardı. O zamanlar, şimdiki gibi marketten torba ile kömür almak mümkün değildi. Her evin karnesi vardı. O karne karşılığında kömür alınırdı.
Kış hazırlığı tabiatıyla yalnız odun ve kömürden ibaret değildi. Kışın taze et bulmanın zorluğu ve bulduğunda da çok pahalı olması itibariyle canlı keçi alınır ve bundan Sivas’ta “kıymalık” diye tanımlanan kavurma yapılır. Büyük tenekelere konulur ve kış boyu tüketilirdi.
Erişte ve yufka yapılır, sebze kurutulur, turşu kurulur. Çuvallarla soğan ve patates alınır. Patatesler bodrumda toprağa gömülürdü.
Tüm bu faaliyetlerde komşular birbirlerine yardım ederlerdi. Hazırlıklar tamamlanınca annem nihayet rahat bir nefes alırdı.
Annem hep en kötüye, en zora kendini hazırlardı. Onun bu gün hala günlük hayatımda çokça kullandığım “Sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına” deyişi hayat felsefesinin yansımasıydı.
İlkokuldan başlayarak ortaokul dahil coğrafya derslerinde ülkemizin fabrikalarını tek tek ezbere sayardık.
Şeker, çimento, basma fabrikaları idi bu saydıklarımız. Onlarla ifade edilebilen bu fabrikalardan ikisinin Sivas’ta bulunması büyük övüncümüzdü. Demiryolları vagon fabrikası ve Sümerbank çimento fabrikası.
Genç Cumhuriyet, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı Sivas’a bonkör davranmıştı. Tüm kamu; askeri, idari, ekonomik, eğitim kurumları en üst düzeyde ilimizde bayrak dalgalandırıyordu.
Ancak, Ulaştırma Bakanlığına bağlı kuruluşların yeri ayrı idi. Şehrin yarısı geçimini bu kuruluşlardan sağlardı. Demir yolları fabrikası, ki Sivaslıların nezdinde adı Cer Atölyesi idi. Sivas’ın en büyük işvereni idi. Bunun yanında Sivas’ın kuzey, güney ve doğu, batı demiryollarının tam kesişme noktasında yer alması Sivas’ı bir demir yolcular kenti yapmıştı. 4. İşletme Müdürlüğü ile TCDD Sivas’ta önemli bir yere sahipti. PTT, Devlet Hava Limanı, TCDD Travers Fabrikası diğer ulaştırma kuruluşları idi. Modern lojmanları, sineması, lokali ile Demir yolları Sivas’ın sosyal yaşamının lokomotifi idi. Aynı şekilde “Demirspor” kulubü, güreş, futbol, atletizmde Türkiye çapında elde ettiği başarıları ile gurur kaynağımızdı.
Atölyenin çalan borusu ile insanlar vakitlerini ayarlar, kadınlar kocalarının paydosunu ve eve geliş vakitlerinin geldiğini anlarlardı.
Bir diğer gurur kaynağımız ise Sivas’da yerleşik Tümen ile er eğitim tugayı idi. Aynı şekilde sineması, lokali, Karagücü Spor Kulubü ile Sivas’ın diğer bir sosyal yaşam odağı idi.
Bayramlarda, halen taze olan kurtuluş ve genç Cumhuriyet’in kuruluş heyecanını en iyi Tümen Bandosunun gösterisi ve askeri birliklerin geçit töreni ile yaşardık.
Sivas kongresinin yıl dönümü olan 4 Eylül günleri ise akşamları düzenlenen fener alayları ile halen belleğimde canlılığını koruyor.
Sivas sessiz, sakin, olaysız bir kent idi. En önemli eğlencelerinden biri “Yalçın” diğeri “Tan” ismini taşıyan iki sinemasına gelen filmlerdi. “36 kısım tekmili bir arada” diye lanse edilen filmlerden, Hollywood yapımı, artık klasikler arasına giren birçok sinema yapıtını bu sinemalarda izledim. Küçük bir Anadolu kentinden bizi diğer dünyaya bağlayan sihirli bağdı bu sinemalar.
Yazın, Haziranın ikinci yarısından itibaren, bugün artık var olmayan yazlık sinemalar devreye girerdi. Sivas’ın sert karasal iklimi Temmuz sonundan itibaren akşamları etkisini göstermeye başlar ve izleyiciler paltolar, montlar, hatta battaniyelere sarınarak bu zevkten kendilerini mahrum etmezlerdi.
Yaz akşamları şehrin sokaklarını uzaktan yankılanan sinema sesleri doldururdu.
Annemin “Sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına” prensibinin sonucu olarak bir yandan öğrenimim devam ederken, yaz tatillerinde dayımın marangoz atölyesinde çıraklık yapıyordum. Dayım o tarihlerde Sivas’ın en büyük ve modern marangoz atölyesinin sahibi idi. Şebinkarahisar’dan Sivas’a göç ettikleri için namı “Karahisarlı Mehmet Usta” idi. Ehli keyif bir akşamcı idi. Bazen rakı, zaman zaman da şarap içtiğini hatırlıyorum. Hatta evde şarap yaptırdığına bile tanık oldum.
Bazen içki almaya beni gönderirdi. 250ml’lik küçük rakılar, pütürlü küçük şişelerde satılırdı. İstanbul’un kısa boylu meşhur Yeşilaycı Valisine izafeten adı Fahrettin Kerim idi. “Ver bir Fahrettin Kerim” diye istenirdi. Ancak dayım şarap istediği zaman memnun olurdum. Çünkü şarap şişesinin depozitosu vardı ve parası bana kalırdı. Dayım bonkör bir adamdı. İlk kağıt paralar onun sayesinde cebime girmiştir.
Bir iki kadehten sonra dili çözülür enteresan hikayeler anlatırdı. Köroğlu gazetesi okurdu.
Birçok kez Stalin’in Lenin’in ölümünden sonra nasıl SSCB Komünist Partisinin genel sekreteri ve devlet başkanı olduğunu dayımdan dinledim. Sanki yanlarındaymış gibi canlı anlatırdı.
Dayımın yanında uzun yıllar tatillerde çıraklık yaptım. Çok küçük yaşta sabah erkenden kalkıp atölyeyi açar, temizliğini yapardım. Cumartesi akşamları dayım, özel bölmesine oturur. Çalışanlar kıdem sırasına göre gider haftalıklarını alırlardı. En kıdemsiz olarak en son ben haftalığımı alırdım.
Annem haftalığımı geleceğe dönük şekilde değerlendirmemi ister, biriktirdiğim paralarla marangozluk aletleri aldırırdı. Testere, törpü, keser, iskarpile, rende vs. birçok aletim olmuştu. Eğer öğrenim de başarısız olursam, marangoz olarak hayatımı kazanacaktım ve aletlerim de hazır olacaktı.
Bir gün okul bizi Cer Atölyesi’ne gezmeye götürdü. İçeride lokomotifler, vagonlar hareket ediyor. Şahmerdanlar inip kalkıyor. Makinelerden kıvılcımlar çıkıyordu. Karanlık, gürültülü bir yer. Çok etkilendim. Dışarı çıktığımızda derin derin nefes aldım. Bunları anneme anlattım. “Bak oğlum okuyamazsan çalışacağın yer orası” dedi. Bu sözünü hiç unutmadım.
Bir demiryolları koordinasyon toplantısını Sivas’ta yaptık. Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarı olarak memleketime gittim. Demiryolları fabrikasının toplantı salonunda annemin sözleri halen kulaklarımda yankılanıyordu.
Sivas Lisesi şehrin övünç kaynaklarından biri idi. Annemin “inşallah bir gün oğlum da burada okuyacak” dediği kutsal yapı. Büyük Atatürk’ün “Cumhuriyetin temellerini burada attık” dediği tarihi mekân.
O tarihlerde ülkenin çok önemli merkezlerinde lise mevcut değil. Ancak il merkezlerinde birer adet lise bulunmakta idi. Sivas Lisesi namlı bir lise idi. Yatılı bölümü de vardı.
Dolayısıyla Samsun’un, Amasya’nın, Tokat’ın ilçelerinin çocukları Bafralı, Çarşambalı, Erbaalı, Turhalı. Hepsi Sivas Lisesinde tahsillerine devam ederlerdi. Ayrıca “leyli meccani” dediğimiz özel bir sınav kazanılarak devlet bursu alan ülkenin çok değişik yörelerinden çalışkan gençlerde bizim sınıf ve okul arkadaşlarımızdı.
Lise mezununun askerliğini yedek subay olarak yaptığı, liseyi bitirenin “ekmeğini eline aldı” diye kabul edildiği ve kolayca memuriyete girebildiği yıllardı.
Liseye büyük bir heyecan ile başladım. Sonraları taşımaktan bıkkınlık duyduğum sarı şeritli lise şapkasını gururla taktım. Annemin gözlerindeki mutluluk parıltılarını bugün halen görür gibiyim. Dileği olmuştu. Artık lisenin bir öğrencisiydim. 3 güzel ve heyecanlı yılımı Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı bu binada rüya gibi yaşadım. Son sınıfı kongrenin yapıldığı salona 10 metre mesafede yer alan bir sınıfta okudum. Lise binasının resmi (Artık Kongre Müzesi oldu) Vakıfta masamın yanında asılı. Baktıkça o günlerin sıcaklığını duyuyorum.
Sanat Enstitüsü ve öğretmen okulu ile futbol, basketbol, voleybol, güreş, atletizm dallarında zorlu müsabakalar ve turnuvalar yapılırdı. Hatta zaman zaman şehirlerarası okul yarışmaları da düzenlenirdi.
Ben okulun futbol takımının sağ açığı idim. Sporcu kimliğimle, spor hocamız “Kel Lütfü”’nün de sevdiği öğrencilerdendim. Ancak bir 19 Mayıs bayramında biraz da arkadaşlarıma uyarak Jimnastik gösterilerinden kaçtım. Kel Lütfü bunu asla affetmedi. Mazeretsiz katılmayanların tamamını bütünlemeye bıraktı.
Okullar açılmadan eşofmanlarımızı giyerek bahçede iki tur attık. Bütünleme sınavında başarılı sayıldık.
Milli bayramlar ve bunlara katılım çok önemli sayılırdı. Ben bunu tecrübe ile yaşadım. Bir sonraki sene asla böyle bir şeye kalkışmadım.
Sivas’ın sakin yaşamı seçimden seçime renkleniyordu. Tanınmış bir siyasetçi geldiğinde kadın erkek, çoluk çocuk herkes dinlemeye giderdi. Miting meydanları her zaman kalabalık olurdu. Merhum ismet İnönü’yü miting alanında izledim. Ancak beni en çok etkileyen ve güldüren rahmetli Osman Bölükbaşı olmuştu. Çok renkli bir konuşmacı idi. Kocaman bir çanta ile kürsüye çıkmıştı. Çantadan kitaplar, dosyalar çıkardı. Kürsüye koydu. Başladı anlatmaya. Çok uzun konuştuğunu hatırlıyorum. Sonra o yaşlarımda dahi siyasetin rayından çıktığını anlamaya başlamıştım. Ajanstan önce veya sonra radyodan Vatan Cephesine geçenlerin listesi okunurdu. Diğerleri sanki Vatan karşıtı cephelerdeymişler gibi. Doğrusu anlayamazdım.
Bir sabah radyodan Alparslan Türkeş’in tok sesi ile ihtilali duyduk. O gün ilk kez sayımlar dışında bir nedenle sokağa çıkamamıştık. Ancak biz bir yolunu bulup, mahalle sahasında futbol oynamıştık.
Bu Sivas’ta yaşadığım son ilginç olaydı.
O yıl yazında başka bir ufka yelken açmak üzere Sivas’a geçici gidişler dışında veda etmiştim. Ancak beni hayata bağlayan sevdiklerim orada kalmıştı.
Bu gün ise birçok sevdiğimin ebedi istirahatgahları orada.
Sivas benim gençliğimin ilk yılları idi. Sizinle bu yıllardan çok kısa bir kesiti yeniden yaşadık.
Tabii mutlu olanlarını…”
Sayın Önen “bir zamanlar” dedi ve bizi ilk gençlik yıllarına, gençlik yıllarının Sivas’ına götürdü. Ancak o yılları yaşayanların da anılarında bir parça vardı bu anlatılanlarda.
Geçmişimizi unutmayalım, geleceğe bakalım.